Haftanın Sergisi – 15
Şerif Erol: Senenin ilk programında bir aradayız.
Haldun Dostoğlu: Sizinle tekrar bir arada olmak gerçekten onur verici.
ŞE: Duygularımız karşılıklı. Plastik sanatlar aleminde yeni yılda neler var?
ŞE: Aslında en önemli sergiler Aralık ayında açıldı, dünyada da böyle bir eğilim vardır; hem galerilerde, hem müzelerde, hem de sergi salonlarında yılda 1-3 sergi çok önemlidir, her nedense bunların en önemlilerini genellikle ya sezonun başına, eylül sonu, ekim başına koyarlar kurumlar ya da aralık ayında. Belki de insanların dışarı çıkmaya en mütemayil olduğu aylardan biri olması nedeniyle olabilir bu. Dolayısıyla Türkiye’de de epey süreden beri bilinçli ya da bilinçsiz –bilemiyorum- bu eğilim sürüyor, uygulanıyor.
Şimdi Ocak ayında yılbaşı ertesinin mahmurluğunun atılmış olduğu varsayılarak, birinci haftanın sonunda galeriler yeni sergilerini programlarına aldılar. Hatta bugün şu saatlerde İş Bankası’nın Parmakkapı Sanat Galerisinde çok yıllardır Almanya’da yaşayan Bekir Sami Çimen’in sergisi açılıyor. Bekir Sami Çimen, Türk soyut sanatının günümüz temsilcilerinden biridir, soyut resmi hâlâ inatla ve sabırla sürdüren Ankara Gazi Eğitim kökenli bir grup sanatçı var, o grubun üyesidir. Sergi bugün açılıyor ve 30 Ocak’a kadar sürecek.
Yarın Galeri Nev’de Abidin Dino açılıyor.
Milli Reasürans Galerisinde önümüzdeki hafta Rahmi Aksungur’un heykel sergisi var, çok uzun zamandır da yapıtlarını sergilememiş olan bir heykeltıraş.
Maçka Sanat Galerisinde Kezban Arca Batıbeki ‘Kafes’ adlı bir sergi açıyor ki, Kezban Arca’yı Maçka Sanat Galerisinde belki ilk defa göreceğiz. Yanlış hatırlamıyorsam daha önce Urart Sanat Galerisinde yapıtlarını sergilerdi, CAM’de, PG Art’da gördük Kezban hanımın yapıtlarını, bu kez Maçka Sanat Galerisinde göreceğiz.
Bir ilginç sergi de Galeri Dürer’de açılıyor. Galeri Dürer Alman Kültür’ün galerisinin adı, Galip Dede caddesindeki yer; orada ‘Öznel Fotoğrafçılık’ adıyla Alman fotoğraf sanatçılarının fotoğrafa katkısı 1948 ile 1963 arası ele alınmış. Bu sergi önümüzdeki hafta açılıyor.
ŞE: Galeri Nev’de hangi sergi açılıyordu?
HD: Abidin Dino.
ŞE: Aklımda kalmış.
HD: Aslında aklında kalmasının nedenini tahmin etmem çok zor değil, geçtiğimiz hafta ve bu hafta Radikal gazetesinde dinleyicilerimiz de izlemiştir belki, Hasan Bülent Kahraman’ın önce bir Jeanne Cocteau ve ona paralel Abidin Dino yapıtları üzerine yazdığı bir yazıya, daha önce Ferit Edgü’nün yazısını okumuştuk, buna cevaben de Hasan Bülent Kahraman bu konu ile ilgili ve doğrudan Dino ile ilgili kendi görüşlerini yazdı.
Şöyle bir tarafı da var, Hasan Bülent Kahraman’ın fikirlerini yönelttiği adreslerden biri olmam nedeniyle burada onun kullanmadığı bir mecrada, onun yazısına cevap vermeyi doğrusunu istersen doğru bulmuyorum, o mecrada cevap vermek daha doğru. Ama bunu ele alıp başka birşeyi dile getirmek istiyorum.
ŞE: Cevap vermeni gerektirecek cümle ne idi? Yani cevap vermesen bile en azından biraz bilgi verebilir misin?
HD: Belli çevrelerce Abidin Dino’nun sırtlandığı, korunduğu gibi ithamlar var ki, haklıdır veya haksızdır kısmına hiç girmek istemiyorum, ya da Abidin Dino’nun eserleri ile ilgili neden önemli neden önemsiz olduğuna dair nesnel açıklamalar beklerken mesela kendisi de fikirini söylüyor, burada kendince izah ettiği “Abidin Dino’nun eserlerinin çok su götürür ya da gülünç olduğu” şeklindeki kanaatler ki, bunların da ne kadar nesnel olup olmadığı tartışılabilir. Fakat önemli bulduğum başka bir şey var; Türkiye’de genel olarak sanat eleştirisinin çok eskiye dayanan bir mazisi yok.
Belki de bu alandaki, eleştiri geleneğinin olduğu en eski alan edebiyatımız. Osmanlı’dan bu yana edebi geleneği olan bir toplum olduğumuzu varsayarsak, bunun da eleştirisi ne kadar geriye gidiyor bilmiyorum, uzmanlık alanım değil ama bildiğim şu var ki, edebiyat eleştirisinin tarihi eskilere gidebiliyor. Sinemada da böyle bir şey olduğunu sanıyorum, sinema toplumun çok ilgilendiği bir alan, dolayısıyla geniş kitlelerinin ilgi alanına girdiği için sinema eleştirmenliği de ister istemez kendi taşlarını oturtmuş, elemanlarını yetiştirmiş, kendi sözcük dağarcığını kurmuş, okuduğumuz zaman herkesin artık hemfikir olduğu terminolojiler var. Terminolojiler üzerindeki tartışmalar aşamasını da geçirmişiz.
Fakat plastik alanında hem bu alanın yeniliğinden, tazeliğinden, gençliğinden gelen bir şey, hem de hem edebiyat hem de sinema ile karşılaştırıldığında terminolojisi, söz dağarcığı Türkçe’nin içinden geliştirilmiş bir geleneği henüz yok.
Aslında Hasan Bülent Kahraman ve Ferit Edgü arasında süren bu yazışma, gönül isterdi bu tür tartışmalar 20-30 yıl önce yapılmış olsun ve de plastik sanatlar ortamında taşlar yerli yerine otursun. Bugüne kadar da bu alanda yapılan eleştiriler büyük çoğunlukla -kimsenin kızmasına, darılmasına da gerek yok, herkesin bu konuda hemfikir olduğuna da eminim- bu alanda çıkan eleştiri yazılarının büyük çoğunluğu sanatçının yapıtlarını ve sanatçıyı alkışlamaktan öteye gidememiş. Dolayısıyla bir estetik skala, bir estetik hiyerarşi oluşturamamış Türk plastik sanatlar eleştirisi. Bu konuda büyük sorumluluk aslında eğitim kurumlarına gidiyor. Bu eğitim kurumları, yıllardır varolan eğitim kurumları, hatta en eski eğitim kurumumuz şimdi Mimar Sinan Üniversitesine bağlanan Devlet Güzel Sanatlar Akademisindeki Sanat Tarihi bölümü her yıl mezun veriyor ama bu mezunlar ne yapıyor, ne yazıyorlar, orada nasıl bir müfredatla eğitim görüyorlar? Ki bu çocuklar mezun olduktan sonra Türk sanat tarihine en ufak bir katkılarını izleyemiyoruz.
Doğrusu bu tür yazıların bugün 2004 yılında yazılıp hepimizin gündemi oluşturduğunu düşünerek heyecanlandıran, sevinmemize ya da kızmamıza, nefret etmemize yol açan bir ortam oluşuyor. Aslında dediğim gibi tekrar edeceğim, gönül isterdi ki bu tür yazıların, tartışmaların yıllar önce yapılmış olması ama bunu bile bir başlangıç kabul edip hiç değilse bundan sonra Türk eleştirisinin Türk sanat ortamında taşları yerli yerine oturtacak, estetik skalayı, hiyerarşiyi yerine oturtacak bir çaba içine girmesi açısından belki de bu yazılar tetikleyici olduğunu varsayarak sevinebiliriz.
ŞE: Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ya da bu alanlarda mezun veren okullar, bunların mezunlarının daha terminoloji oluşturmaya yönelik bir gayreti de içeren yazılarını okuyabileceğimiz mecralar var mıdır, sergiler var mıdır?HD: Çok hoş bir şey söylüyorsun, aslında bu dediğin bu alanında en sıkıntı çektiği alan. Yani yazar var da mecra mı yok, ya da mecra var da yazar mı yok? İkisinin olmadığı bir ortam yaşıyoruz. Günlük gazetelerin bu alanlara ne kadar sayfa ayırdığını ya da ayırmadığını hepimiz biliyoruz. Bu alanda çıkan özgün dergilerin ne kadar olup olmadığına dair bir fikrimiz var. Plastik sanatlar alanı hep başka dergilerin ara sayfalarına sığıntı olarak hayatını sürdürüyor, kendi özgün alanını, kendi özgün düşünce dergisini çıkartamamış ya da varolanlarla çok cılız ilerleyebiliyor. Geniş kitlelerin ilgisini hiçbir zaman çekememiş, aslında en büyük sorun da burada zaten.
Bakın 8. İstanbul Bienal’i bitti, bunu artık gizlemenin, saklamanın bir ayıbı yok, Bienal de bugüne kadarki 8 Bienal arasında tanıtımına en fazla çaba harcanmış olanlardan biri. Yani her gün radyoda, televizyon kanallarında, gazetelerde bu bienalle ilgili haberlere rastlıyordur.
ŞE: Sen söylüyorsun, 10-15 sene önce böyle bir şeyi hayal bile edemezdik diye.
HD: Öyle, fakat hâlâ seyirci sayısı 10-15 yıldır neredeyse aynı, yani biz İstanbul sanat ortamında günümüz sanatının seyircisini 30 bin rakamının üzerine çıkartamadık. Asıl sıkıntı bu, yani 30 bin kişinin ilgilendiği bir alan da çok minimal kalıyor ülke gerçekleri içinde. Asıl hedef bu 30 bini 50 bin, 50 bini 100 bin, 100 bini 200 bin yapabilecek bir programı, bir eğitim programını sahneye koymak. Bunun için de tabii eleştiri, sanat tarihi bölümlerinin de yer aldığı eğitim kurumlarına büyük görev düşüyor. O kurumlar şöyle bir silkelenip, özellikle de bu Mimar Sinan Üniversitesi için de herkesin çok paylaştığı bir duygu, bir silkelenip dünyaya ve kendine yeniden bakması ve “ben neyi eğitiyorum, çocuklara ne veriyorum, bu ülke onlardan ne bekliyor, bu beklentiyi karşılayacak bir eğitim yapıyor muyuz?” diye yeniden sorması lazım.
(8 Ocak 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)